Mar 15, 2011

Erdoğan, Kaddafi’ye mi destek çıkıyor?!…

Türkiye’nin, Batı ittifakındaki müttefikleri ile arasındaki bakış açısı giderek açılıyor. Son olarak, Başbakan Recep Tayip Erdoğan ile İngiltere Dışişleri Bakanı William Hague’in pazartesi yaptıkları açıklamalara bakalım. Erdoğan, Libya lideri Muammer Kaddafi’ye, ‘ülkenin içinde bulunduğu krize son vermek için arkasında halk desteği olan bir devlet başkanı ataması gerektiğini’ söylemiş. Hague de ‘ Eğer Kaddafi ülkenin çoğunluğuna hükmetmeyi becerirse, bu Libya halkı için uzun sürecek bir kabus olacaktır,’ diye bir açıklamada bulunmuş.

İngiltere ve Fransa, Kaddafi’nin kendi halkına havadan saldırı olasılığını engellemek için bu ülkenin havasahasını ‘uçuşa yasaklı’ bir konuma getirmeyi öngörüyorlar. Amerika, temkinli. Ama Savunma Bakanı Robert Gates, eğer Amerikan Başkanı Barack Obama emrederse, Libya hava sahasını uçuşa kapatabileceklerini söyledi. Oy birliği ile karar alabilen Arap Birliği de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne, aynı istikamette bir karar çıkarması için başvuruda bulundu. Ve Erdoğan, itiraz etti. Erdoğan, Libya halkını düşündüğü için bu fikre karşı olduğunu savunmakta. Bu arada, Kaddafi, Allah göstermesin, hava bombardmanı ile direnişcilere saldırıya geçerse – hiç kaçarı yok – Erdoğan, ölen her Libyalının sorumluluğunu taşıyacaktır.

Buradaki ilginç unsur ise Başbakan Erdoğan’ın, aslında böylesi olası senaryolara daha önceden duyarlı olduğunu göstermiş olmasıdır. 12 Eylül’de anayasa değişikliği için yapılan referandum öncesi 1937 Dersim olaylarını gündeme taşıyan Erdoğan, ‘Vergi vermediler diye Dersim’in köylerini kim bombaladı?…CHP bombaladı. 20 bin, 30 bin, 40 bin, 50 bin kişinin yargısız infaz edildiği söylenir. İnsaf ya,’ demişti. Bu açıklamaların neticesinde, bir grup avukat, o dönemin Türk hükümetini, dolayısı ile Türkiye’yi, uluslararası ceza mahkemesinde ‘soykırım’ suçundan yargılatmak istediler mesela. Türkiye, bu mahkemenin üyesi olmadığı için girişimleri bir neticeye varmadı. Her halükarda, dileyelim, Kaddafi, ‘insan hakları ödülü’ ile de taçlandırdığı kadim dostu Erdoğan’ın yüzünü kara çıkarmaz. Ve halkına karşı, kendi hava güçlerini kullanarak bir saldırıda bulunmaz. Zira Kaddafi’yi nasıl sınırlandırabileceğine dair belki uluslararası kamuoyu ortak bir karara ulaşamadı ama Erdoğan, neye ‘olur’ vermeyeceğini kesin olarak ortaya koydu. ‘NATO’nun Libya’ya askeri operasyon yapmasının faydasız olacağı ve tehlikeli sonuçlar doğuracağı kanaatindeyiz,’ dedi Erdoğan.

Tunus, Mısır ve Libya’daki gelişmeleri endişeyle izlediğine de değinen Başbakan Erdoğan, ‘olayların arkasındaki nedenlere iyi bakılması gerektiğini ve halkın taleplerinin göz ardı edilmemesi gerektiğini kaydetti.’ Erdoğan açıklamasında ayrıca şu ifadeleri kullandı: ‘Petrol, demokrasi ve insan hakları karşısında asla bir kriter olamaz. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya baktıklarında petrol ve piyasa görenler, halkların vicdanında ağır yaralar açmakta, adalet duygusunu tahrip etmektedirler.’

Batı ittifakının ‘misafiri’ değil, doğrudan on yıllarca parçası olan Türkiye’nin Başbakanı’nın söylediklerini doğrusu anlayabilmek kolay değil. Ama illa da bir suçlu aranacaksa, haydi gelin biraz günahları paylaştıralım…

Tunus lideri Zine al-Abidine Ben Ali’nin oğlu Muhammad’in yaşı büyük olsaydı, belki o da geçtiğimiz son 5 yıl içinde babasının yerine geçmeye hazırlanıyor olabilirdi. Şansını yitirdi. Ama Mısır lideri Hüsnü Mübarek – 30 yılı aşkın iktidarından sonra – yerine oğlu Gamal’ı getirmeye hazırlanıyordu; Yemen Devlet Başkanı Ali Abdullah Saleh de – bir o kadar yıldır ülkesini yönetmesine rağmen – oğlu Ahmed’e koltuğunu devir etmek için hazırlık yapıyordu ve Libya lideri Muammer Kaddafi – 42 yıl süren iktidarını – oğlu Saif al-İslam’a teslim etme hazırlığındaydı. Görülen o ki Arap halklarının – öncelikle – bu densizliğe itirazları oldu.

Erdoğan gibi bu liderler de iktidarda kalmak için sürekli başkalarını suçladılar. Yıllar yılı – bu taktik – işe de yaradı. Çoğu, kendi yolsuzluklarını, çarpıklıklarını örtmek için Amerikan ve İsrail karşıtlığını kullandı. Kendileri, Amerikalı ve İsrailli liderlerle başka iş bitirdiler, halka başka kelam anlattılar. Böylesi bir çarpık ilişki zincirini izah edebilmek için aman lütfen – hiç bir dini – bu işin içine sokmayın. Bu Arap liderlerine has bir durum. O yüzden, demokrasi, insan hakları gibi özlü-güzel sözleri edenlerin, icraatta neler yaptıklarını iyi kavrayabilmek gerek.

Erdoğan, ‘halkın talepleri göz ardı edilmesin’ dediği için 2002’de yayınlanan Birleşmiş Milletler Arap İnsan Hakları Kalkınma Raporu’na kısaca bir göz atmak istedim. Zira bu rapor, Türkiye’nin de eşbaşkanlığını yaptığı Büyük Ortadoğu Projesi’nin temel belgelerinden biridir. Belli-başlı bulgular şöyle:

• 22 Arap ülkesinin toplam gayrı safi milli hasılası İspanya’nınkinden daha az.
• Arap halkının yüzde 40’ı, 65 milyonu cahil. Bu cahil nüfusun üçte ikisini ise kadınlar oluşturmakta.
• 2010 yılında yaklaşık 50 milyon genç iş gücüne girmeye çalışacak. 2020 yılında 100 milyon genç istihdam aramaya başlayacak. Bu ihtiyacı karşılayabilmek için her yıl en azından 6 milyon yeni iş olanağı yaratılması şarttır.
• Eğer işsizlik oranları yüksek seyretmeye devam ederse, 2010 yılına varıldığında 25 milyonu aşkın kişi işsiz olacak.
• Arap halklarının üçte biri günde 2 Amerikan doları ile yaşamakta. Yaşam koşullarını iyileştirmek için bölge ülkelerinin büyüme oranlarını en azından ikiye katlamaları şarttır…

Rapor, uzun. Detaylar, acı gerçeği tüm yalınlığı ile ortaya sermekte. Ama anlaşılan o ki Arap liderleri, halklarının çektiklerine oralı bile olmamışlar. Bu rapor çıktığından bu yana geçen süreyi, yerlerine oğullarını getirme projeleri ile geçirmişler; halkın faydalanması gereken devlet bütçesine ait milyarlarca doları, bencilce, rabbena hep bana diyerek kendi zimmetlerine geçirmişler. Bu arada, yeni iş olanakları yaratmada ise tam teşekküllü sınıfta kalmışlar. Zira 2009 yılında yayınlanan rapor, bölgede işsizliğin çok daha kronik bir sorun haline geldiğini son derece somut olarak dillendirmekte.

Hal bu olunca, merak ediyorum: Tamam Tunus’da Mohamed Bouazizi diye bir vatandaşın kendini yakacağını ve bu olayın Ben Ali’nin devrilmesine yol açacağını kimse önceden birebir kestiremezdi. Ama bunca işsizliğin, sosyal sorunun – İran’ın olası nükleer bombasından daha tehlikeli bir patlamaya – çanak açabileceğini öngörebilmek için de Einstein olmaya sanırım gerek yoktu. Bunca işsiz, aç, mutsuz, hayalini yitirmiş insan ne yapar, ne yapabilir, ne kadar dayanabilir sizce? Peki kim ne yaptı? Türkiye, eşbaşkanlığı boyunca, İsrail’e attı tutu; Arap sokağı, Erdoğan’a aşık oldu, sonra n’oldu? Başbakan, madem birilerini bu işten sorumlu tutmak gerektiğine ikna olmuş; olabildiğine tarafsızca, kimlerin, halkların sorunlarına samimiyetle çare bulmaya çalıştığını dilerseniz bir irdeleyelim.

Türkiye’nin, elbette, Arap halklarının çektiği bu sıkıntılarda doğrudan bir rolü yok. Erdoğan da kendince durumdan – her siyasetçi gibi – en iyi şekilde faydalanabilmeyi ümid ediyor. Mesele, Türkiye’nin, bölgenin sorunları üzerine sarf ettiği söylemlerinde dengeyi çoktan kaçırmış olması, ve dolayısı ile de çözümden çok – kendine – ve bölge halklarına yardımdan giderek uzaklaşan bir konuma doğru sürüklenmesi. Özetle, Arap halkları, bugüne kadar iyi yönetilemediği için isyan ederken, bundan sonrasında da ümitli olabilmemiz için – henüz – kimsenin elle tutulur bir doğru adım atabildiği de yok.

0 Responses

Bir yorum yap: