Saddam Hüseyin sonrası Irak’ta ilk seçim 30 Ocak 2005’te yapıldı. Tam on yıl önce bugün. Ömrüme, ömür kattığım gün…
Saat tam 11:16’da, Bağdat’ta, Usama ibn Zaid okulunun önünde patlayan bir canlı bomba neredeyse benim de canıma mal oluyordu. Hala geriye dönüp baktığımda nasıl kurtuldum – bilmiyorum.
Star gazetesinin Washington temsilcisiydim o vakitlerde. Pentagon, Irak’ta ki Amerikan askerlerine ‘eklemlenmiş gazeteci’ programı oluşturmuştu. Gazetecilerin hem savaşı daha güvenli izleyebilmesi, hem de askerlerin faaliyetlerini dünya kamuoyuna kendi pencerelerinden anlatmak amacıyla. Gazetem, biz de gidelim bunlarla haydi dedi. Gittim!..
Saddam sonrası bu ilk seçim sandığı ‘tarihi’ bir dönüm noktası olarak sunuluyordu. İşgalin son bulmasına doğru gidecek ilk adım bu sandık sonucu ile atılacak deniyordu.
On gün, Bağdat’ta, Amerikan askerlerinin Irak’taki en büyük askeri kampı Falcon’da kaldım. Charlie bölüğü gece-gündüz ne yapıyorsa onlarla Bağdat sokaklarına çıktım. Başkentin güneyindeki el-Reşid bölgesinde nüfusu 750 bini bulan el-Amel ve el-Cihat mahallelerinin nizamından mesuldüler benim eklemlendiğim bu askerler. Burası Şii çoğunlukta ama Sünnilerin de varlık gösterdiği bir alandı. Ahali genel itibarı ile orta-gelir sınıfına aitti.
Gözlerim şahitliğe, kalemim kayda düşmeye gelmişti Bağdat’a. Geriye, bugün de, zihnimden asla silemeyeceğim altı kare kaldı.
İlki, Bağdat’a vardığım günün ertesinden – 27 Ocak Perşembe’ye ait. Bağdat’a vardığımız günün gecesini, havaalanında bizlere tahsis edilen bir barakada uyku tulumumun içinde geçirmiştim. Falcon askeri üssü, havaalanından şehir merkezine giden anayolun üzerinde uzunlamasına 3 km. boyunca yer kaplayan devasa bir kamptı. Havaalanından bu askeri üsse giden ve de dolayısı ile şehir merkezine giden bu anayol Irak’ta en ölümlü saldırıların yaşandığı yoldu. Askerler bu yola ‘Highway 8’ veya ‘Scottish’ diyorlardı. Perşembe öğlene doğru üç asker beni kampa götürmek üzere geldiler. Bir askeri araca bindik. Hareket ettik. Havaalanından çıkar çıkmaz, hoparlörden Bruce Springsteen’in ‘Born in the U.S.A’ şarkısını bağırta bağırta çalmaya başladılar. Yol boyunca geçtiğimiz arabalardan bize dönük bakışlar korku ile nefretin bileşkesini yansıtıyordu adeta. İşgal böyle bir şeydi işte…
Sonra ilk Cuma geldi, 28 Ocak…Öğlen namaz vaktinde, Vahabi doktrininden bilinen bir caminin imamını dinlemeye gittik. El-Aşra el-Mübaşara camiinin imamı, avazı çıkarcasına bağırarak vaazını hoparlörden veriyordu. Charlie bölüğünün çevirmenine göre, imam, Allah’tan, bütün Amerikalıları öldürmek için kendine yardım etmesini diliyordu. “Bütün Amerikalılar er ya da geç kefenleri içinde dönecekler ülkelerine. Hepsini öldürmek sizin dini vecibeniz,” diyordu.
İki alt sokakta park etmiş halde bu vaazı dinlerken insanın kafası karışmıyor değildi hani. Sanki namazdan çıkanlar ilk soluğu benim de içinde bulunduğum askeri konvoya doğru atacaklar gibisinden…Bölük komutanı Todd Napier, imamların konuşmalarının kendi cemaatleri üzerinde güçlü etkisi olduğunu ve seçim günü için bu vaazı dinlemenin de kendileri için iyi bir istihbarat olduğunu söylemişti. Bölükteki diğer askerlerde ise sessizlik hakimdi. Bir çoğu, daha önce kendi eyaletlerinden öteye geçmemiş, okul kredilerini ödemek ve ailelerine yardımcı olabilmek için gönüllü olarak askere yazılmışlardı. İmam konuşurken suratlarında karışık bir ifade vardı. ‘Bizden niye bu kadar nefret ediyorlar. Biz, onlara yardıma geldik buraya,’ dedi biri sonra sorduğumda. Gerçi bu ve benzeri camileri düzenli dinledikleri aşikardı. Yeni olan, şaşırılacak bir durum yoktu. Namaz bitti. Bizim konvoy hareket etti. Pazar yerine geldi. Durdu.
Çaprazda bir benzinlik, öte tarafta sebzelerin satıldığı keşmekeş bir sahne. İndik. Komutan, mazotçu ile konuşmaya koyuldu. Dert vardı. Kıtlığa, pahalılığa isyan eden bir grup toplanmıştı. Öte tarafta, benim gözüm, kara çarşaflarının içinde hararetli bir konuşmaya dalmış sebze pazarının oradaki bir gurup kadına takıldı. Komutanın da lafı sona geliyordu ki tercümanla oraya doğru gitmek için süre istedim. Gittik. Beni askerlerin yanında gördükleri için hiç sevmediler. O bakışlardan çıkan ateş için çevirmene gerek yoktu. Ama komutana iletmem için şunu dediler: “Saddam’ı , özlüyoruz biz. O varken, hiç değilse dirlik vardı. Eşlerimizi, evlatlarımızı acaba akşama eve geri dönecekler mi diye uğurlamıyorduk kapıdan. Amerikalılar ülkeyi mahvetti. Güvenlik kalmadı burada.”
Bir saat gibi kısa bir süre içinde işgalin kördüğümüne böyle şahitlik etmiştim…
Kampa geri döndüğümüzde saldırıda ölen asker olduğu haberi geldi. Bu da bütün iletişim araçlarının istisnasız bloke edilmesi anlamına geliyordu. Dış dünya ile irtibat kesilmişti. Taa ki ölen askerlerin ailelerine, askeriyeden resmi bildirim yapılıncaya kadar bu böyle kalacaktı. ‘Bizimkiler, benden haber çıkmayınca deliye dönecekler,’ diye üzülmüştüm. Ki sonra öyle olduğunu da öğrendim. Cumartesi sabah gazetem ön sayfa manşetten benim kurşun geçirmez yelek ve miğferlerimle kocaman resmimi basıp, üstüne de ‘Star’ın korkusuz yazarı…bombalar ve mermiler altında Bağdat sokaklarını gezdi’ diye bir anons çekip, iç sayfada tek satır benim imzamla haber yayınlamayınca evde bir endişe havası hakim olmuş. Gazetede sonraki ilk haberimi okuyuncaya kadar Babacım hiç uyumamış. Annemi demiyorum bile!…
Seçimin öncesi gece, 29 Ocak Cumartesi ise bir kadın olarak unutulamayacak bir geceydi. Akşamüstünden itibaren ülke genelinde sokağa çıkma yasağı getirilmişti. Bunu denetlemek için benim bölükle nöbete çıktık. Komutana, gece yarısına doğru bir telsiz mesajı geldi. Bir kadın doğum sancısı çekiyordu. Hastaneye yetiştirilme ihtiyacı vardı. Verilen adrese gittik. Komutan Todd Nappier, elindeki o koca askeri eldivenleri ile kapıya vurdu. Zil yok malum. Kadının eşi açtı kapıyı. O da kocasının arkasında ayakta duruyordu zaten. Beti benzi atmış. Kısa bir konuşmadan sonra hemen onlara binecekleri askeri araç işaret edildi. Kadın, tam arka koltuğa binecekken suyu patladı. O an çektiği acıya rağmen hiç bağırmadı ama gözünden inen sicim gibi yaşa da dur diyemiyordu. Bir kadının yaşayacağı en mutlu anı o kadar karışık duygulara heba oluyordu ki – adeta korku tünelinde boğazı düğümlenmişti. Sonra hızla hastaneye yetiştirdiler onu…
Askerler Pazar seçim günü olayların öğlene doğru patlamasını bekliyorlardı. Çavuş Bryan Box, ‘Eğer kızışacaksa öğlene doğru harekete geçerler. Daha bugüne kadar erken uyanıp da saldırdıkları olmadı,’ demişti. Dediğinin tecrübeyle sabit olduğu da hızla anlaşıldı.
Charlie bölüğü el-Amel mahallesinde Usama ibn Zaid okulunun dış çemberinde ana yolun üzerinde konumlanmıştı. Genel olarak zaten seçim sandıklarının konulduğu yerlerin dış çemberinde Amerikan askerleri, iç çemberinde de Irak güvenlik güçleri görev yapmaktaydı. Hava güzeldi. Halk coşkuyla sandıklara gidiyordu. Kadınlar, kara çarşaflarını ütülemişler, adım attıkça uçuşuyorlardı. Bize doğru el-ele yürüyen bir çifte gözüm takıldı. Kadının yüzü gülüyordu. Eller kenetli, adeta sandığa giderken kocasına cilvelenen bir edadaydı. Aşık çiftleri göz görüyor zaten. Bayıldım. İzlemeye koyuldum. Komutandan tercümanı almak için izin istedim. Arkalarına düştüm, okula doğru yürümeye başladım onlarla.
Kadın, kocasını ikna etmiş. Bir kız, bir erkek çocukları varmış. Kocasına, onlar için bu sandıkta oy vermemiz şart demiş. Yüzünde gülücüklerle, bana sevgi dolu gözlerle bakarak konuşuyordu. Okulun önünde sıraya girdiklerinde ben de bir iki adım geriye gidip – tam da bir çöp tenekesinin yanına isabet etmiş bir noktada – resimlerini çekmek istedim. Kurşun geçirmez yeleğin ağırlığı bir tarafta, kafamdaki miğferin ağırlığı öte tarafta, elimdeki malzemeler falan – bunalmıştım. Her şey de yolunda gidiyordu. Miğferi çıkardım. Çöpün kenar tarafında ortaya doğru diz çöktüm ki…Tercümanın beni nasıl çöp tenekesinin arkasına uçurduğunu anlamadım. Fotoğraf makinemin deklanşörüne basamamıştım bile daha.
İçimde olan-olmayan bütün organların yerinden zıpladığı, filmin son bulduğu gibi tuhaf bir gitti-geldi hissine kapıldım. Bir yerlerimizden takır takır çiviler yağıyordu. Çöp tenekesi adeta sarsıyordu bizi ama bize isabet eden çivi olmadı. Sarsıntı ve ses durduğunda kafamızı kaldırdık. Ben şoktaydım. Çaktırmıyordum kendimce sadece. Kocası, “Ali’m! Ali’m Ali’m,” diye bağırıyordu. Onun karesini çektim ama kadının son nefesinde açık giden gözlerini, o güzelim bedeninin son halini çekmedim. Etrafıma bakakaldım. Onun açık kalan gözlerine takıldım. Kan gölüydü. İki saniye önce bir bayram edasında neşe dolu olan o okulun önü, yerini, ağıta bırakmıştı. Ne, nasıl oldu, anlaşılır gibi değildi.
Meğer ben kadına kendimi fazla kaptırmışım, arkasına gelen adamı fark etmemişim bile. Canlı bombaymış. Tercüman Ali uyanık olmasaydı belki ben de gideli bugün on yıl olmuş olacaktı…
Olay sonrasında bana ilk kontrolü Falcon askeri üssünün komutanı Korgeneral Stephan Lanza yaptı. Hızla gelmişti olay mahalline. Donuktum. Sessizdim. İyiydim. ‘Meleklerin korumuş seni!’ dedi. Ve benden bir kaç kelime alana kadar konuştu. Sonra koşturması gerekiyordu. Zira eşgüdümlü toplam üç noktada cehenneme dönmüştü meydanlar.
O gün kampa dönüp haberi yazmaya başladığımda zorlanıyordum. Bir de bana olanı yazarsam bizimkilere üzüntü olacak diye hızla hükme bağlamıştım. Yarı donuk kafamla üçüncü tekil şahıstan yazdım o günün makalesini. Gazetemden de zaten kimse sormuyordu bana nasılım diye. İstedikleri, yarına sayfada basılacak haberdi. Olayı – bensiz – olduğu gibi aktararak verdim. Şimdi okuyunca o gün yazdığım yazıyı, kendime ‘aferin’ demiyor değilim. Zira her halükarda iş çıkartılmış – hem de hiç fena değil.
Bugün ise bende saklı kalan o bir çift güzel gözü uğurlamak için yazıyorum. Biliyorum kocasına ve evlatlarına doyamadan gitti o gözler, ve biliyorum ışığına kavuştuğunda zaten her zaman hep birlikteler…Bir de yıllar içinde öğrendim ki aslında biz muhabirlerin canına kıymet veren bir düzenek değil bu meslek!…
Ben de aradan bir vakit geçtikten sonra fark ettim ki o gün sağ kulağımda bir duyu kaybı yaşamışım. Bir arkadaşım, bağırarak konuşuyorsun diye uyardığında anlamıştım bir şeylerin aksi olduğunu. Zamanla düzelir denmişti. Denilen de oldu. Eskisi kadar durum kötü değil artık…
Salı 2 Şubat’ta çıktım sonra Bağdat sokaklarına. Bu sefer, alt yapı çalışmaları yapan bir bölüğü gözlemleyecektim. O gün belki bir öncekinden daha kötüydü. Yaşları 14-16 arasında değişen bir düzine ergen erkek çocuk sardı etrafımızı. Tek kadın ben. Askerler tepkisiz, mimiksiz nabız tutuyorlardı. Çocuklar dillerini dudaklarının etrafında, ileri-geri çıkartıp, pipilerini çekiştiriyorlardı. Kendilerince, işgale direniyorlardı. Zira Irak’ta en çok şikayet edilen meselelerin başındaydı bu durum – kadın askerler, gazeteciler, diplomatlar vesaire için. O gün bölüğün işi yarım kaldı, kampa geri döndük.
Son olarak da 5 Şubat Cumartesi eve dönüş yolunda ölüm yokladı beni. Bağdat havaalanından C-130 kargo uçaklarının içinde Kuveyt’e uçuyorduk. Pilot, havalandıktan kısa bir süre sonra anons yaptı. Bir roketin bize kitlendiğini ve sıkı durmamızı söyledi. Uçağın içi tamamen karartıldı ve ani düşüşler ve hızla – neredeyse 90 derece diklikte – ani tırmanışlarla ve zig ve zaglerle bir 10-15 dakika uçtuk. İnsanın midesini, kulaklarını mahvetmenin ötesinde ömürden ömür alan dakikalardı. Üstüne bir de sağ salim havaalanına indikten sonra Kuveytlilerin vize kaprisleri vardı ki hiç çekilesi durum değildi.
Ancak ve lakin o sayfa çevrileli on sene olmuş bile. Bugün de o sayfaya geri dönüp paylaşmakta eksik bıraktığım aralıkları doldurmanın vakti gelmiş demek ki. Ama, tabii, insan sormadan edemiyor. O sebze pazarının oradaki teyzelerin dediği gibi Saddam kalsaydı daha mı iyiydi diye; Iraklılar, kendileri, zaman içinde sindirerek, ülkelerinde daha iyiye doğru bir değişiklik getiremezler miydi diye! Değdi mi gerçekten onca giden cana ve harcanılan servete!…